“Ankara nüfusunun neredeyse yarısı Ankara doğumlu değildir. Aidiyeti arttıran en önemli faktörler; planlı bir konut alt yapısı, eğitim imkânları ve ekonomik yeterliliği sağlayacak iş fırsatlarıdır. Bu imkânlar artıkça, kente olan aidiyet ve katılım oranı artmaktadır.”
Kent kültürü; kent bünyesinde yaşayan insanlarca, ortak bir paydada buluşularak üretilen maddi veya manevi değerlerin oluşum sürecidir. Asıl olan unsur kente dair bir hafızanın oluşması ve üretilen kültürel çıktıların kentli insanlar aracılığı ile anlamlı hale gelmesidir.
Emile Durkheim’a göre organik bir bütün olan toplum yapısını belirleyen üç temel unsur bulunmaktadır;
İletişim,
İnsanın iradesi dışında toplum yaşamını belirleyen dış koşullar,
Örf-adet, ahlak, hukuk gibi normatif kurallar.
Kültür, bir toplumu ya da toplumsal bir grubu tanımlayan belirgin maddi, manevi, zihinsel ve duygusal özelliklerin bileşiminden oluşan bir bütün ve sadece bilim ve edebiyatı değil, aynı zamanda yaşam biçimlerini, insanın temel haklarını, değer yargılarını, geleneklerini ve inançlarını da kapsayan bir olgudur.
Kentlileşme ise çevre, teknolojik ve ekonomik örgütlenme ile bireylerin, toplumla bütünleşmesini sağlayan ve kültürel öğelerin yerleşmesine yol açan kentleşme sürecinin doğal sonucudur.
Her kentin kimliği, o kente ait süreklilik kazanmış, o kentle özdeşleşmiş ayırt edici özellikler taşır. Kentler açısından kimlik ve kentsel imge olgusu, öncelikle görsel olarak ön plana çıkarken doğal, coğrafi, kültürel ögeler ve sosyal yaşam normlarını da içeren oldukça geniş bir tanımı kapsamaktadır. Eiffel Kulesi Paris ile San Marco Meydanı Venedik ile Topkapı Sarayı ve Mimar Sinan’ın camileri İstanbul ile Empire State ve Manhattan’ın diger gökdelenleri New York ile özdeşleşmiş simgelerdir. Ankara için ise Anıtkabir, Ulus ve Kızılay meydanları söylenebilir.
Bir kentin kimliğini oluşturan, onun kültür varlığıdır. Kültürüne katkıda bulunan da kentin kimliğidir. Her ikisi arasında çok yakın bir etkileşimin bulunduğu yadsınamayacak bir gerçektir.
Kent kimliğini etkileyen en önemli unsurlardan biri de kırdan kente doğru yaşanan yoğun nüfus artışına hazırlıksız yakalanan ve talepleri karşılayamayan kentlerin mevcut durumudur. Bu durum acil konut ve hızlanması gereken bir kentsel yenileme ihtiyacını doğurmaktadır. Kentlerdeki bu hızlı dönüşüm, toplumsal alt yapının yetersizliği, gerekli koşulların tam olarak oluşamaması ve kentlere göç olgusunun bu eksiklikleri tetiklemesi ile günümüzün sosyal ve politik yaşamındaki karmaşanın temeldeki kaynağıdır.
Geleneksel doku içerisinde etkileşim ve değişim sürecine giren kentler, gelişmiş dünyanın herhangi bir noktasında bulunabilecek sıradan bir caddeye dönüşmektedir. Bu dönüşüm kent kimliğinin fiziki, sosyo-ekonomik ve demografik yapıya bağlı olarak değişmesine neden olmaktadır. Kent görüntüsü, küresel markaların yer aldığı tek tip yapılardan oluşan caddelerden oluşmaktadır. Bu ise sıradan, vasat bir kimlik sürecini gözler önüne sermektedir. Dünyanın herhangi bir yerinde gidilen kent oluşumlarında aynı caddeleri görmek hatta cadde kimliğine bürünmüş renklerle karşılaşmak mümkündür.
Kültür hızla parçalanırken ekonomik ve sosyal olan kavramlar kültür kavramı ile ifade edilmeye başlanmıştır. Bireyler açısından hayatın hızı bu denli değişirken kente bakıldığında mekân kavramının da değiştiği görülmektedir. Dünya birbirine yaklaşırken kentsel mekânlar yoğunluk kazanmaktadır. Global sermaye ile bazı kentler yeniden ulus devleti aşan bir önem kazanmaktadır. Örneğin: Washington Portakalı. Hem ekonomik bir değer ihtiva ederken hem de kültürel bir değer ifade etmektedir. Kültür ve ekonomik kavramaların iç içe geçmesi kentin dinamiklerini de etkilemektedir. Ekonomik, tarihsel ve jeopolitik konumları kent üzerinde önemli bir rol oynamaktadır. Zaman-mekân sıkışması bağlamında kentlerin dünya ekonomisinde belirleyici olabilmesi için iç mekânlarında da farklılaşmalar yaşanmaktadır. Mimari ve kentsel tasarım kentin görüntü ve algısında da önemli rol oynamaktadır.
Kent yaşamında yer alan bireyler doğal olarak kentte yer alan ilişki sisteminin içine girmektedir. Kentin fiziksel yapısını oluşturan doğası, tarihsel eserleri, binaları, caddeleri, sokakları, ibadet yerleri, alışveriş ve eğlence merkezleri kent toplumunun doğal üyesi olan bireyi birincil derecede etkileyen maddi kültür unsurlarıdır. Bireyde aidiyet duygusu artıkça, kentlileştikçe, kendisini bu maddi öğelerle özdeştirmeye çalışacak ve etkilenecektir. Kentlerin, kendilerine kent olma özelliğini veren kent yönetim birimlerinin iki büyük kültürel görevi vardır:
Maddi kültür mirasını korumak,
Ülkenin temel kültürel değerlerine uygun bir yapılaşma sağlamak.
Bireyin kentte yaşaması, onun kentsel yaşam kültürüne, kentlilik bilincine erişmiş olduğu anlamına gelmemektedir. Kentlilik bilincinin oluşabilmesinde kentsel yaşam kültürü ve görgü kurallarına uyumu önem taşımaktadır. Kentlilik bilinci konusunun; göç, hemşehri dernekleri, kentli hakları, kent kimliği, kent kültürü ve planlamaya katılım gibi konularla birlikte ele alındığı görülmektedir. Kenti ve kentliliği çok farklı tarzlarda yaşayan insan gruplarının bir araya gelmesi sonucunda, tek bir kent kimliği yerine kolektif inşa edilen birden fazla kimlikliklerin oluştuğu görülmektedir.
Göçle gelen bir nüfusun o toplum içerisine sosyal olarak dâhil olması, göç ettikleri toplumdaki ekonomik, sosyal, kültürel ve politik yaşam biçimleri içerisinde tam ve eşit katılımlarıyla mümkün olmaktadır. Kent içindeki aktivitelere ve topluluklara katılım, sosyal sorumluluk bilincini ve aidiyet duygusunu arttırmakta, bu durum aynı zamanda daha sağlıklı toplumların oluşmasına neden olmaktadır.
Kentlilik bilinci çalışmalarının, kentli kavramını oluşturan ve kentli olmayı sağlayan haklar, kent kimliği ve kent kültürü konularıyla da ilişkilendirilerek ele alındığı görülmektedir. Kentli hakları konusunda önemli bir belge niteliği taşıyan Avrupa Kentsel Şartı’nda, “Avrupa’nın kentleri ve kasabaları, kentlilerine aittir; bu yerleşimler gelecek nesillere aktarılması gereken sosyal, ekonomik ve kültürel değerlerdir” der.
Peki nedir amaçlanan?
Avrupa’daki yerleşmelerde yaşayan kent sakinlerinin; güvenli bir kentte, sağlıklı bir çevrede, istihdam ve ekonomik olanakları olan, yeterli-sağlıklı konutun sağlandığı, dolaşım ve ulaşım özgürlüğü olan, sağlığın korunmasına yardımcı çevrenin ve koşulların olduğu spor ve dinlence imkânı veren, kültürler arası kaynaşmayı sağlayan, kaliteli bir mimari ve fiziksel çevre ile tarihi yapılara duyarlı, işlevlerin uyumu ile yaşama, çalışma, seyahat işlevleri ve sosyal aktivitelerin olabildiğince birbiriyle ilintili olduğu, katılımın sağlandığı, ekonomik ve sürdürülebilir kalkınmanın sağlandığı, mal ve hizmetlere erişilebilir, doğal zenginlikler ve kaynakların akıllıca yönetildiği, belediyeler arası işbirliği ile gerekli mali kaynakları bulma konusunda yerel yönetimlerin yetkili kılındığı, eşitlik ilkesi ile herkesin aynı haklardan yaralandığı kentte yaşamaları amaçlanır.
Kentlileşmiş insan yapılamaz, kentlileşmiş insan geliştirilir. Kentin özel alanlarında bireyler kişisel gelişimini yaşarken, kamusal alanlarda ise sosyal ilişkiler gerçekleşir. Kent kültürü çoğulcu ve demokratik bir kültürdür.
Ankara bir başkent olarak inşasının başlangıcından bugüne kadar hem fiziksel hem de sosyolojik olarak büyük değişimler yaşamıştır. Hızla aldığı göç, kentte yaşayan profilin çeşitlenmesine yol açmış ve bu çeşitlenme mekâna yansıyıp mekânı yeniden üretmeye başlamıştır. Yeniden üretilen mekânlar, halkı etkilemeye devam etmiştir. Yani kentte farklı kültürlerin kesişmesi yeni gelen kültürün kentten etkilenmesini sağlarken, bir taraftan da mevcut kültürün de değişimine yol açmaktadır. Dolayısıyla kent mekânı ve kültürle birlikte, sürekli değişim gösteren bir kentlilik bilinci kavramı söz konusudur.
Kentlilik bilinci kapsamında kentler için ön görülen üç temel yaklaşımı ön plana çıkarmaktadır:
Kentin tarihi ve kültürel değerlerinin farkına varmak,
Kentin fiziksel, kültürel ve sosyal dönüşümünü gerçekleştirmek,
Kente aidiyet duygusunu hissederek, kenti sahiplenip korumak.
Ankara nüfusunun neredeyse yarısı Ankara doğumlu değildir. Ankara, kuzeydoğusundaki komşu illerden (Çorum, Yozgat, Kırıkkale vb.) ve kırsaldan göç almaktadır. Hemşehrilik üzerinden gelişen bir kente entegrasyon söz konusudur. Kendini Ankaralı hissetmeyenler başkentte doğmamış, memleketini özleyen ve memleketle ilişkiyi devam ettirenler olarak tanımlanabilir. Bu grup yazın veya sıklıkla memleketine gitmekte, erzağının bir kısmını memleketinden getirtmektedir.
Aidiyeti arttıran en önemli faktörler; planlı bir konut alt yapısı, eğitim imkânları ve ekonomik yeterliliği sağlayacak iş fırsatlarıdır. Bu imkânlar artıkça, kente olan aidiyet ve katılım oranı artmaktadır. 1960 sonrasında başlayan yoğun göç, Ankara açısından kent kimliğini ve kent dinamiklerini etkilemiş, değiştirmiştir.
Genel olarak, bir şehrin kimliğini oluşturan en önemli ögelerden biri “mimari” ögelerdir. Bunları “çevresel” ve “tek yapı” ögeleri olarak iki grupta incelemek gerekir.
Ankara’da yüzlerce yılda oluşmuş bir şehir dokusu ve şehir mimari kimliği bulunmaktadır. Osmanlı-Türk döneminde oluşan “tarihi şehir dokusu” yangın ve yıkımlarla büyük ölçüde yok olmuştur. Korunabilmiş olan sokaklar ve mimari kimlik, eski Ankara denilen ve geleneksel şehir dokusunun yer aldığı Kaleiçi ve çevresindeki tarihi şehir merkezinde yoğunlaşmıştır. Hacıbayram çevresinde, Hamamönü ve Hacıdoğan gibi mahallelerde de bu dokunun izlerine rastlanmaktadır. Bu alanların hemen tümü “Kentsel Sit Alanı” olarak koruma altındadır. Ankara’nın en önemli kentsel ve mimari kimliği Cumhuriyet Dönemi’nde inşa edilmiştir. Erken Cumhuriyet Dönemi mimari akımları olan “I. ve II. Ulusal Mimarlık Akımı” sonucunda yapılan bu anıtsal yapılar günümüzde Atatürk Bulvarı’nın her iki yanında ve Yenişehir’de bulunmaktadır.
Ankara’da “kent kimliği” giderek tamamen değişmiş, gecekondulaşma, plansız kentleşme, betonlaşma olgusu, taşıt trafiği karmaşası, otopark sorunları ile çağdaş olmayan bir “şehir kimliği” oluşmuştur. Ancak, hâlen kimliğini koruyan tarihi kesimler ile yeni gelişmekte olan yeni şehir parçaları bulunmaktadır. Yer yer arabesk denilebilecek uygulamalar ile henüz “kimliğini arayan” bir şehir görünümündedir.
Ankara’nın tarihçesinden de söz etmek gerekirse, Anadolu coğrafyasının merkezinde bir konumda bulunması nedeniyle eski çağlardan itibaren farklı insan topluluklarına ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Büyük Türk edebiyatçısı Ahmet Hamdi Tanpınar, 1946 senesinde yayınladığı “Beş Şehir” isimli eserinde Ankara’dan “Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır” şeklinde bahsederken, Ankara’nın bu derin geçmişini vurgulamaktadır.
Gerçekten de insanoğlunun yerleşik hayata ilk geçtiği dönemlerden itibaren Ankara’nın önemli bir yerleşim yeri olduğu bilinmektedir. Ankara’nın coğrafî konumu itibariyle güvenli bir bölgede olmasının yanı sıra birçok ticaret yolunun birleştiği bir noktada bulunması eski çağlardan günümüze kadar birçok medeniyetin Ankara’da kurulmasını sağlamıştır.
Ankara’da; Paleolitik, Mezolitik, Neolitik ve Kalkolitik dönemlere ait birçok yapı ve eşya bulunmuştur. Ankara’nın tarihiyle ilgili en kapsamlı bilgilere ise eski Anadolu medeniyetleri arasında yer alan Hititler (M.Ö. 1680-1220) ve Frigler (M.Ö. 1200-700) dönemlerine ait çalışmalar üzerinden ulaşılmaktadır.
Hititler, bugünkü Ankara sınırları içerisinde geniş bir alana yayılmışlardır. Çubuk’tan Kahramankazan’a, Haymana’dan Ballıkuyumcu köyüne kadar birçok yerde Hitit dönemine ait yapı ve eşyalar ortaya çıkmıştır. Ankara’nın eski eserlerinin yanı sıra tarihine ilişkin en eski bilgilere daha çok Frigler dönemine ait kayıtlarda ulaşılmaktadır. Bu süre zarfında Ankara’nın bir yerleşim yeri olmanın yanı sıra tarihî hikâyelerin yaşandığı mekân olarak da zikredildiği görülür. Eline aldığı her şeyi altına çevirdiğine ve kulaklarının eşek kulaklarına benzediğine ilişkin efsanelere konu olan Frig kralı Midas’ın Ankara’nın kurucusu olduğuna dair kayıtlar da mevcuttur.
Frigler, Ankara’da Hacıbayram tepesi, Roma Tapınağı ve Çankırıkapı arasındaki bölgede yerleşmişlerdir. Nitekim şehrin isim babasının Frigler’den Galatlar’a, Hititler’den Lidyalılar’a kadar farklı medeniyetler olduğuna dair hikâyeler bu geniş tarihî birikime işaret etmektedir. Ankara, Bizans İmparatorluğu’nun idaresine geçtiği döneme kadar birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmayı sürdürmüştür. Frigler’den sonra önce Lidyalılar, sonrasında ise Persler M.Ö. 547’de Ankara’yı ele geçirmişlerdir.
Persler’in hâkimiyetini ise Makedonya Kralı Büyük İskender sonlandırmıştır. Ankara’yla ilgili Frigler ve Büyük İskender’in zamanı (M.Ö. 334-333) arasındaki döneme ait fazlaca bilgi yoktur. Öyle ki Ankara’nın günümüzdeki sembol eserlerinden biri olan Ankara Kalesi’nin tam olarak ne zaman inşa edildiği dahi bilinememektedir.
Romalıların Ankara’ya gösterdikleri ilgi bununla sınırlı kalmamış ve birçok önemli eser inşa ederek şehre verdikleri kıymeti göstermişlerdir. İnşa tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Kalecik Kalesi bu dönemde Romalılar tarafından imar edilmiştir.
Ankara, imar ve inşa faaliyetleri açısından Roma hâkimiyetindeki en parlak dönemini de M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda yaşamıştır. Agora, Amfi tiyatro, Augustus Tapınağı, Şehir Meclisi, Direkli Yol, Gymnasion(jimneşın), Hamam, Hipodrom, Julianus (Julyanus) Sütunu, Tiyatro, Zeus Tapınağı ve Zeus Taenos Mabedi gibi yapı ve anıtlar bu devirde inşa edilmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun paganizmi reddederek Hristiyanlığı kabul etmesinden ve ayrıca M.S. 330 yılında Bizans İmparatorluğu’nun kurulmasından sonra, Ankara yeni dinin ve imparatorluğun da önemli merkezlerinden biri olmayı sürdürmüştür. Nitekim Augustus Tapınağı’nın kiliseye çevrilmesinin yanı sıra M.S. 314, 358 ve 375 yıllarındaki üç büyük Sinod (Rahipler Meclisi) Ankara’da toplanmıştır.
Sultan Alparslan komutasındaki Türk ordusunun 1071'deki Malazgirt Meydan Savaşı’nda elde ettiği zaferin Oğuz Türklerinin Anadolu’ya yerleşmelerini sağladığı bilinmektedir. Nitekim kısa süre içerisinde Anadolu’nun büyük bir kısmının fethi gerçekleşmiştir. Bu büyük zaferden iki yıl sonra 1073 yılında Anadolu Selçuklu Devleti Ankara’yı da topraklarına katmıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin diğer büyük Selçuklu şehirlerine nazaran Ankara’da daha az eserin bulunmasının esas sebebi de esasında bu karışıklıklara dayanmaktadır. Buna rağmen Selçuklular Ankara’daki hakimiyetleri döneminde Baklacı Baba (Kavaklı) Camii, Beypazarı Alâeddin Camii (Camii Kebir), Ahi Şerafeddin (Aslanhane) Camii, Kuyulu (Hoca Paşa) Camii, Kızılbey Camii, Saraç Sinan Mescidi ve Medresesi, Şereflikoçhisar Alâeddin Camii ve Çubuk çayı üzerindeki Akköprü başta olmak üzere birçok eser inşa etmişlerdir. Bununla birlikte Ankara bu devirde ticarî, ilmî ve toplumsal yapısının yanı sıra stratejik mevkii itibariyle cazibesini korumayı başarmıştır.
Nitekim 11. yüzyıldan sonra Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkmen boylarının birçoğunun Ankara ve çevresine yerleşmesinin temel sebebi buna dayanmaktadır. Ala-yundlu, Avşar, Bayat, Bayındır, Çavundur, Çepni, Dodurga, Eymür/Eymir, İğdir, Karkı, Kayı, Kınık, Kızık, Peçenek, Yazır, Yıva ve Yüreğir gibi Türkmen boyları Ankara’nın çeşitli bölgelerine yerleşerek, Ankara’nın bir Türk ili haline gelmesinde etkili olmuşlardır.
Selçuklu Devleti’nin 1243’te Moğollar karşısında aldığı ağır mağlubiyet Anadolu’da yıkım ve çöküşe neden olmuştur. Bu kargaşa devrinde Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde Türkmen beyleri irili ufaklı birçok beylik kurarken, Ankara’da esnaf ve aynı zamanda derviş olan Ahiler 1290’da kendi yönetimlerini oluşturmuşlardır. Ahi Beyliği, ilerleyen dönemde İlhanlı devletinin yanı sıra diğer Anadolu beyliklerinin yönetimi altına girmiştir. Ankara’daki ilmî ve ticarî hayat parlak biçimde devam etmiştir. Nitekim bu dönemde de Ankara’da birçok önemli eser imar edilmiştir. Bu eserlerin bir kısmı Yeşil Ahi (Yeşil Ağa) Camii ve Medresesi, Ahi Elvan Camii, Ahi Yakup Camii ve Karanlık (Sabuni) Camii şeklinde sayılabilir.
Osmanlılar, 14. yüzyılda önemli bir iktisadî ve siyasî merkez konumunda bulunan Ankara’yı kontrol almayı önemsemişler ve bu doğrultuda 1354 senesinde şehir Osmanlı Beyliği’nin hâkimiyetine geçmiştir. Tarihçiler Ankara’nın Orhan Bey döneminde Osmanlı Beyliği’ne geçmesinin Anadolu’nun kontrol edilmesi ve Osmanlıların beylikten devlete geçiş sürecinde mühim bir noktaya karşılık geldiğini kabul etmektedirler.
Sultan Murad Hüdavendigar döneminde de Ankara’nın imar faaliyetleri sürmüştür.
Yıldırım Bayezid’in padişahlığı döneminde Ankara’nın idarî önemi artmış ve Anadolu Beylerbeyliği’nin eyalet merkezi olmuştur. 1402’de Timur’un Ankara önlerinde Yıldırım Bayezid’i mağlup etmesi tüm Anadolu’yu olduğu gibi Ankara’yı da olumsuz etkilemiştir. Şehir merkezi yağmalandığı gibi Ankara Kalesi de tahrip edilmiştir. 1243’teki Kösedağ savaşından sonraki yaşanan bu en büyük mağlubiyet, Osmanlı’nın on bir yıllık fetret devrine girmesine neden olmuştur.
Öyle ki 1413’te Sultan Çelebi Mehmed’in bozulan düzeni yeniden sağlaması, onun devletin ikinci kurucusu olarak anılmasına yol açmıştır. Bu dönemde Ankara maddî olarak yeniden kalkınmaya başlamış ve kurulan birçok vakıf sayesinde Karacabey Külliyesi başta olmak üzere külliyeler, hamamlar, camiler ve suyolları imar edilerek şehrin çehresi hızla değişmiştir. Anadolu’nun manevî koruyucusu kabul edilen Hacı Bayram Veli de Ankara’da Anadolu birliği için yoğun faaliyetlerde bulunmuştur. Nitekim Ankara’nın manevî sembollerinin başında yer alan ve bugünkü halini 17. ve 18. yüzyıllarda alan Hacı Bayram Camii ilk olarak 1427 yılında yapılmıştır. İstanbul’un 1453’teki fethinden sonra Ankara’nın ticarî önemi daha da artmıştır. Nitekim bu dönemde Ankara’da birçok kervansaray ve bedestenle birlikte Kurşunlu Han, Kapan Hanı, Bakır Hanı gibi hanlar inşa edilmiştir. İdarî ve ticarî hayattaki bu gelişim Ankara’nın kentleşmesine de yansımıştır. Nitekim 1522’de şehrin 73 mahallesi varken, 1601’de bu sayı kale içinde ve dışında olmak üzere toplam 85’e ulaşmıştır. 18. Yüzyılda ise mahalle sayısı 107’ye yükselmiştir. Ankara’nın Anadolu eyaletinde sancak merkezi olduğundan hareketle şehirdeki toplumsal canlılığı detaylarıyla aktarmaktadır. Kale içinde 600 ev, dışında ise 6 binden fazla birkaç katlı ev ve konak bulunduğunu belirterek, Ankara’nın büyük bir şehir olduğunu söylemektedir. Şehirde ayrıca 2 bin kadar dükkânın, 180 kadar medrese ile mektebin, 3 bin kadar kuyunun, 170 çeşmenin, 76 cami ve mescidin yer aldığını söylemektedir.
Ayrıca 1873-1874 yıllarındaki kıtlık ve açlığın binlerce insanın ölümüne ve şehirden göç etmesine yol açması Ankara’yı etkileyen bu fakirlik ve çöküşün başlıca sebepleri olmuştur. 1892’de Ankara’ya demiryolunun gelmesi şehre az da olsa can suyu vermiş olsa da bu yıllarda istenen tesiri oluşturmamıştır. Fakat Ankara’ya demiryolunun gelmiş olması cumhuriyet döneminde şehrin siyasî kadar ekonomik etkisinin de artmasına vesile olacaktır.
Ankara, Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen Anadolu topraklarının kurtarıldığı ve yeni bir devletin kuruluşunun gerçekleştirildiği tarihî hadiselerin merkezi olmuştur.
Nitekim Ankara’da meclisin açılmasından on gün önce İstanbul’daki hükümetin Ankara’daki mücadeleyi etkisiz hale getirmek için dönemin Şeyhülislamına çıkarttığı İstanbul Fetvası, 16 Nisan günü yine Ankara Müftüsü Mehmed Rifat (Börekçi) Efendi’nin yazdığı Ankara Fetvası’yla geçersiz kılınmıştır.
Ankara, Kurtuluş Savaşı gibi tarihî bir olayın ev sahibi olduğu gibi yeni bir devletin doğuşuna da tanıklık etmiştir. Barış görüşmelerinin başladığı 1922 yılının son aylarında TBMM aldığı bir kararla saltanatı kaldırmış ve Osmanlı hanedanlığının siyasî hâkimiyetine son vermiştir.
1923 senesinin ekim ayında ise Ankara tarihinin en önemli olayından ikisine şahitlik etmiştir. TBMM’nin aldığı kararlarla 13 Ekim’de Ankara’nın başkent olması kararlaştırılırken, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilerek Türkiye Cumhuriyeti resmen kurulmuştur. Yeni devletin kurulmasından sonra önem verilen hususların başında yeni başkentin imarı meselesi gelmiştir. Bu amaç doğrultusunda ilk olarak 1924’te Ankara Şehremaneti (Belediyesi) kurulmuş ve başkanlığa önce kısa süreliğine Mehmet Ali Bey sonrasında ise Ali Haydar (Yuluğ) Bey atanmıştır. Aynı sene Macar asıllı bir Alman olan Dr. Carl Christoph Lörcher’e ( Karl Kristof Lörşer) şehrin imar planı yaptırılmış ve bu plan 1925’te Yenişehir semtinde uygulamaya konulmuştur.
1930’da Alman asıllı Hermann Jansen’e Ankara’nın yeni imar planının yapma görevinin verilmesiyle Ankara Belediye Başkanlığı’nın takip edeceği şehir planı meydana getirilmiştir. Ankara’nın 1927’deki nüfusu 74 bin 553 iken 1950’li yılların ortasında bu sayı 451 bin241’e çıkmıştır. Bu hızlı nüfus artışı Ankara’yla ilgili yeni şehir düzenlemesi ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Böylece 1957’de kabul edilen yeni imar planıyla yeni konutların ve yolların inşası; ticaret, kültür, sağlık, sanayi ve küçük sanat bölgelerinin belirlenmesi; şehirdeki meydanların ve protokol alanının yeniden düzenlenmesi gibi amaçlar benimsenmiştir.
Ankara’nın büyük değişimi 1980’li yıllarda yaşanmıştır. Önce 1983’te Keçiören ve Mamak ilçelerinin, bir sene sonra Yenimahalle ilçesinin ve 1990’da Etimesgut ilçesinin kurulması şehrin çehresini büyük ölçüde değiştirmiştir. 1980’li yılların ortasında nüfusu artık 2 milyon 304 bin 166’ya yükselen Ankara, 27 Haziran 1984’te kabul edilen 3030 sayılı Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun ile İstanbul ve İzmir’le birlikte büyükşehir statüsü elde etmiştir.
Ankara, günümüzde 6 milyona yaklaşan nüfusuyla Türkiye’nin ikinci büyük şehri konumundadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara, büyük yerleşim birimleriyle, bulvarları ve caddeleriyle, devasa park ve bahçeleriyle, kaliteli eğitim ve sağlık kurumlarıyla, ticari merkezleriyle, ekonomik gücüyle, tarihi ve doğal güzellikleriyle, kültürel ve sportif faaliyetleriyle ülkemizin en kıymetli şehirlerinden birisi olmaya devam etmektedir.