“Seçim dönemlerini hatırlayalım. Parti ayırt etmeksizin, kente karşı işlenen suçlar ile ilgili cümle kurmayan, mücadele vermeyen hiçbir siyasiye selam ver(e)memeliyiz aslında. Ancak politikacılar, birbirleriyle olan kavgasını kentin kavgası gibi bize dayatır.”
Top seslerinin altında demokrasinin çalıştığı bir kentte, kente karşı suç işleme alışkanlığının hâlâ devam ediyor olması, 100 yıl önceki mücadeleye saygısızlıktır.
Demokrasi, yaşadığınız coğrafyayı korumaktır. Yaşadığınız coğrafyayı korumak, insanı korumaktır.
Kentlerimizin maruz kaldığı tek doğa olayı deprem değildir. Seller, akarsu taşkınları, orman yangınları gibi farklı doğa olaylarının da afete dönüştüğü bir coğrafyada yaşıyoruz. İklim krizine bağlı aşırı sıcak hava dalgaları, kentin artan ısısı, su kıtlığı ve kuraklık, yakın gelecekte kentlerimizde en çok konuşacağımız konular arasında yer almaktadır. Bir kent, coğrafi durum kaynaklı sel, taşkın, deprem gibi doğa olaylarıyla, yönetsel veya ekonomik krizlerle karşı karşıya kalabilir. Dirençli kentler, hiçbir sorun veya krizle karşılaşmayan kentler değil, aksine sorunlar ortaya çıkmadan bunları öngörebilen, sorunlara bilimsel, teknik, hukuki ve akılcı yöntemlerle çözüm üretebilen, beklenmedik ve ani krizlere karşı hazırlıklı olan ve alternatif çözümler ortaya koyabilen kentlerdir. Bunu oluşturmak için, dirençli kentler oluşturabilmek için, önce dirençli bireyleri oluşturmamız gerektiğinin farkındayız artık.
Kentsel dirençlilik, kentsel sistemin ve onu oluşturan tüm sosyo-ekolojik ve sosyo-teknik ağlarının, bir tehdit karşısında istenen işlevleri sürdürme veya hızla geri dönme, değişime uyum sağlama ve mevcut veya gelecekteki adapte olma kapasitesini sınırlayan sistemleri hızla dönüştürme yeteneğini ifade eder. Bu kapsam, aynı zamanda fiziki mekânın düzenlenmesi açısından da planlama, mimarlık ve mühendislik disiplinlerinin eş zamanlı veya birbirini tamamlar nitelikteki iş birliğini de ifade eder. Bu iş birliği kentin tüm bileşenlerini kapsayan bir planlama olmalıdır.
Kentsel dirençlilik bileşenlerini dört başlıkta toparlayabiliriz. Çünkü bir kentin oluşturduğu her bir sistem birbiriyle bağlantılıdır, ayrı düşünemeyiz.
Sosyal dirençlilik,
Ekonomik dirençlilik,
Kurumsal dirençlilik,
İnşa edilmiş çevrede dirençlilik…
"Dirençliliği artırmaya çabalamayan bir şehir veya kentsel topluluk; su, gıda, enerji, altyapı, mal ve hizmet akışlarının yanı sıra konut sağlığı ve güvenliği gibi alanları etkileyen risklere ve tehditlere karşı daha savunmasızdır.” (Mahyar Arefi)
Başkente gönül verenler olarak gelecek kuşaklar için “dirençli kentler” anlayışını oturtmaya mecburuz. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, tarihi ve kültürel çok sayıda mirasın sahibi bir kent olarak, şimdi bu mirasa sahip çıkıp, varımızla yoğumuzla çalışıp başkentimizi layık olduğu yere ortak akıl ile çıkarmak zorundayız.
En basit kent konularında bir araya gelmeyi başaramayan bizler; konu imar, emsal ve rant olduğunda -ideolojik olarak gruplar ayırt etmeden- bir dakika içerisinde kardeş olmayı, bol rakamlı imarları geçirmeyi başardık. Kente karşı suç işlerken ortaya koyduğumuz hoşgörü ve alicenaplığı, kentin menfaatine olan mevzularda gösteremedik. Bu performans bugün için sorgulanamayabilir. “Hepimiz oradaydık” diyebiliriz ama gelecek yüzyıllarda bu topraklarda yaşayan nesillerin nefes alma özgürlüğüne karşı işlediğimiz bu kent suçunun hesabını torunlarımız ve onların torunları verecek, bedelini sağlıklarıyla onlar ödeyecek.
Biz, değerler eğitimine çok dikkat eden bir toplumuz. Su içerken veya elimize ekmek alırken sağ elle mi sol elle mi aldığımıza kadar önemser, bunu mesele haline getirirken, öte yandan bir imar kararıyla milyarlarca dolar rantın nasıl alındığına dikkat edemedik. Başka konuları sorun olarak önümüze getirirken, rant konusunda herhangi bir şey yapamadık.
“Daha vahimi ise kente karşı işlenen suçlarla mücadele etmeyen, kentin geleceğiyle, gelecek 100 yılıyla ilgili tek bir cümle kurmadan milletin huzuruna çıkma cesaretini gösterenlere tebessüm etme durumu, bir davranış bozukluğudur. Bizim acilen bunu tedavi etmemiz lazım.”
Cumhuriyet'in ilk birkaç on yılı içinde başkentin modern ve yaşam kalitesi yüksek bir kent olması için müthiş bir imar ve yapım süreci yaşandı. Ankara'nın başkent olması, kentin uluslararası kurum ve kuruluşlara ev sahipliği yapmasını ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde aktif ve yönlendirici bir rol oynamasını sağlamıştır. Hem yabancı hem de Türk mimarlara, aralarında devlet yapıları, konut kooperatifleri, lojmanlar, rekreasyon alanları, spor tesisleri, eğitim yapıları gibi çok farklı işlevleri olan yapıların mimari projelerini çağdaş bir anlayışla hazırlama sorumluluğu verildi. Böylece ortaya yeşilin ve insanın önemsendiği, özenli bir işçilikle inşa edilmiş nitelikli yapılarla ve kentsel açık alanlarla donatılmış bir kent kimliği çıktı.
Bugünün Ankara’sında ise yaşam kalitesinin temel göstergeleri olan nitelikli fiziki çevre ve altyapı ile sosyal ve kültürel yapılar kent içinde dengesiz bir dağılım sergiliyor. 1950’lerden bu yana genişleyerek sürdürülen plansız sanayileşme ve kentleşmeyi kalkınma modeli olarak benimseyen, insanları ve kenti sermaye birikimi için ucuz işgücü ve ucuz altyapı aracı olarak ele alan, bu plansızlığın sosyal ve kültürel boyutunu, toplumsal maliyetini göz ardı ederek daha fazla para ve kazanç peşinde olan anlayışın kaçınılmaz sonuçlarından birisi de doğa olaylarının afete/felakete dönüşmesi sonucunu doğurmuştur.
“Rantı, davranış bozukluğunu, kurumsal kimlik ve kolay kazanmayı ahlak haline getirdiğimiz, “kupon arazi” diye tuhaf terimlerle tanıştığımız bir kent ikliminde, parti gözetmeksizin tüm politikacılardan bu meselelerle alakalı bir çözüm duymadığımız müddetçe “tebessüm etmeyeceğimizi” ilan etmek zorundayız.”
“Coğrafya kaderdir” sözü, İbn-i Haldun’a atfedilen ve günümüzde de kullandığımız en önemli yargılardan birisi. Peki gerçekten öyle mi? Japonya’da 7 şiddetindeki depremde bir tek bina yıkılmaz, tek bir insanın burnu kanamazken, aynı veya farklı deprem kuşağında bulunan bir başka ülkede binlerce insan ölüyor. Fay hatları üzerindeki ülkeler için depremler, en az yağmurlar kadar doğanın bir gerçeği. Deprem kuşağında yer alan diğer ülkeler gibi bizim de gerçeğimiz aynı. Türkiye’nin radikal bir “Deprem Politikası”na ihtiyacı var. Bu politika, ortak akılla, siyasetin konusu olmaksızın bilimin ışığında, sürdürülebilir olması gerekiyor.
Deprem hafızası oluşturmamız gerekiyor.
Seçim dönemlerini hatırlayalım. Parti ayırt etmeksizin, kente karşı işlenen suçlar ile ilgili cümle kurmayan, mücadele vermeyen hiçbir siyasiye selam ver(e)memeliyiz aslında. Ancak politikacılar, birbirleriyle olan kavgasını kentin kavgası gibi bize dayatır. Daha vahimi ise kente karşı işlenen suçlarla mücadele etmeyen, kentin geleceğiyle, gelecek 100 yılıyla ilgili tek bir cümle kurmadan milletin huzuruna çıkma cesaretini gösterenlere tebessüm etme durumu, bir davranış bozukluğudur. Bizim acilen bunu tedavi etmemiz lazım.
Rantı, davranış bozukluğunu, kurumsal kimlik ve kolay kazanmayı ahlak haline getirdiğimiz, “kupon arazi” diye tuhaf terimlerle tanıştığımız bir kent ikliminde, parti gözetmeksizin tüm politikacılardan bu meselelerle alakalı bir çözüm duymadığımız müddetçe “tebessüm etmeyeceğimizi” ilan etmek zorundayız.
Ankara Kent Konseyi Başkanı Halil İbrahim Yılmaz, Kentsel Dirençlilik ve Katılımın Geleceği Paneli’ne katıldı. 2024, Ocak